Anasayfa / Tarih Bilimleri / Terimler / Vakıf Deyimleri ve Terimleri / Vakıf Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü – A
Vakıf Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü
Vakıf Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü

Vakıf Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü – A

ÂBÂ – ECDÂD: âbâ eb’in, ecdâd cedd’in çoğuludur. Eb, baba, ced, büyükbaba demektir. Neseb ve veraset gibi hususlar bakımından “baba” ve “büyükbaba/dede” hukukta bazı meselelerde bahis konusu olur. Neseb, ortak bir asıldan ve müteakiben birbirinden husule gelen şahıslar arasındaki birleşme ve bağlantıdan ibarettir ki biri tûlen, diğeri arzen olmak üzere iki kısma ayrılır. Tûlen nesep baba, oğul, torun gibi asıl ve fer’ler arasındaki birleşmedir. Yukarıya doğru olan şahıslar tûlen nesebin usul, aşağıya doğru olan şahıslar furu’ kısmıdır. Arzen neseb, bir asıldan dikine olmayarak kolsalan (dallanan) hısımlar arasında bulunan birleşme/bağlantı ve irtibattır. Kardeşler, kardeş çocukları, amcalar, halalar ve bunların çocukları arasındaki ittisal (birleşme) bu kabildendir ki buna havaşi ve civar hısımlığı denir. Zikri geçen maddelerdeki civar hısımlığı tabirleriyle bu nevi neseb münasebeti ifade olunmuştur. Her ne zaman âbâ ve ecdâd denirse tûlen nesebin usul kısmı ve ev1ad ve ahfad denince furu’ kısmı kastedilmiş olur.

ÂB-KEŞ: âb su, keş ise çekmek mânasına olan “keşîden” masdarındandır. Âb-keş su çeken demektir. Vakıf hayır müesseselerinin su ihtiyacını karşılamak üzere kuyu ve çeşmelerden su temin eden kimsedir.

ÂB-RÎZÎ: Pislik kabı, havruz gibi hastahanelerde lâzımlıkları döken hizmetçiye âb-rîzî denir.

ÂDİ GEDİK: Haremeyn yani Mekke-Medine ve Mahmud-ı Adlî gediklerinden maada vakıf gedikleridir. Haremeyn ve Mahmud-ı Adlî vakıf gedikleri te’min-i deyn (borcu temin etmek) gibi bazı nizami hükümleri ihtiva ettiğinden bunlara nizamlı gedik denmiştir.

AHFÂD : Hâfîd’ in çoğuludur. Hafid torun demektir. Bir kimsenin çocuklarının çocukları ve bunların çocukları . o kimsenin torunudur. Ahfâd her batında furûa şâmil olduğundan 1284 tarihli Arâzî-i Emîrîye ve Mevkûfenin Tevsi-i İntikali hakkındaki nizamnamenin 1. maddesinde evladın furûu anlaşılmamak için ahfâd tâbiri tefsire lüzum görülerek “fakat mîrî ve mevkûf arâzi mutasarrıflarının erkek ve kız çocukları mevcut olmadığı halde uhdesinde bulunan arâzî ikinci derece ahfadına yâni erkek ve kız çocuklarının oğluna ve kızına” denerek ahfaddan ne kastedildiği açıklanmıştır.

ÂİLE VAKFI: Evlad ve ahfad ve sair aile efradı menfaatine yapılan vakıftır. Medenî Kanunun 322. maddesinde beyan olunduğu üzere aile efradının talim ve terbiyesine, donatma veya yardımına ve bunlara benzer gayelere gerekli masrafların ödenmesi için eşhas ve miras hukukuna dair hükümlere uyarak yapılan vakıflara aile vakfı denir. Bahsi geçen maddenin son fıkrasıyle bir mal veya bir hakkın devir ve ferağ edilememek üzere bir aileye tahsisine ve aile efradı arasında tarz-ı intikaline dair her türlü tasarruf ve bu tarzda bir tasarrufun tesisat ihdası fikriyle mezci (karıştırılması) menolunmuştur. Daha evvelki esaslarda ise gerek müstakillen ve gerek mezc suretinde bir malın her hangi bir aileye tahsisi ve aile efradı arasında intikali câizdi.

AKÂR: Bina, arazi, bağ ve bahçe gibi başka yere nakli mümkün olmayan maldır. Bu nevi mala gayr-ı menkul denir. Asıl akar, arsa ve araziden ibarettir. Bina ve ağaçların akarda dahil olması, üzerinde bulundukları yerin mütemmim cüzü olmak itibariyledir. Halk akar lafzını kira getiren gayr-i menkulde kullanmaktadır. Mesken olarak intifa olunan, bina ve meyvesinden şahsen istifade edilen bağ ve bahçelere akar denmektedir. Bu mana örfdeki kullanım itibarıyladır.

AKÂRÂT-I MEVKÛFE : Akarât, akarın çoğulu olup mevkûfenin sıfatıdır. Vakf olunmuş gelir getiren akarlar demektir. Vakf olunan mallar iki kısımdır. Bir kısmına müessesat-ı hayrîye, diğerine akarat-ı mevkûfe denir. Müessesât-ı hayriyenin (Hayır müesseselerinin) bekası, yaşatılması, görüp gözetilmesi, tamir ve termimi (bakım ve onarımı), ihtiyaç halinde genişletme ve yeniden inşası bir takım masrafa bağlıdır. Bunu temin için her hangi bir hayrî müessese vakfedilirken han, hamam, mezraa, bağ, bahçe gibi vâridât (gelir getirecek) akarlar da vakfolunur. Bunlardan elde edilecek vâridâtla hayrî müesseselerin muhtaç olduğu masraflar temin edilir. Hayır müesseselerinin masraflarını karşılamak için vakfedilecek malın mutlaka akar olması şart değildir. Bazan para olur ve bu para istirbah edilerek (işletilerek) ihtiyaçlar paradan elde edilen gelir (nema) ile sağlanır. Bunun için hayır müesseselerinin yanında ekseriyetle ya akar veya para vakfolunagelmiştir. Sırf fukaraya meşrut vakıflarda vakfolunan akarın vâridâtı bunların imarına (bakım ve onarımına) sarf ve kalanı şart mucibince fukaraya harcanır.

AKÇE: Tarihlerin verdikleri bilgiye nazaran akçe Osmanlı padişahlarından Sultan Orhan Gazi zamanında kesilen ilk Osmanlı gümüş parasıdır, Hicri 729 tarihinde Bursa’da kesilmiştir. O zamana kadar dirhem esası üzerine Selçuklu Devleti paraları tedavülde idi. Bahsi geçen tarihte dirhem terkedilerek, Moğol dilinde beyaz sikke manasına olan akçe usulü kabul olunmuştur. Orhan Gazi zamanında iki akçelik sikke olduğu gibi Fatih Sultan Mehmet zamanında on akçelik sikkeler varmış. Zaman zaman akçenin hem vezin hem de ayarında değişiklikler olmuştur. Bu değişiklikler daha ziyade akçenin vezin ve ayarı indirilmek suretiyle olmuş, nihâyet bu hal tağşiş ve taklitlere yol açmıştır.
1234 tarihine kadar vâhid-i kıyâsî (para birimi) akçe iken bu tarihte sahteleri beliren akçe basımı terkolunarak kuruş üzerine müesses usul kabul edilmiştir. Muhtelif devirlerde tedâvül eden akçelerin sonradan tedâvüle konulan madenî meskükât (sikkeler) ile kâğıt paralarla muâdilini tâyin etmek hayli güç bir meseledir. Gerçi gümüşün râyici itibariyle bunu tâyin mümkün ise de satın alma kudreti ve eşya fiatlarındaki değişmeler bakımından tam olarak muadilini bulmak güçtür. Bazı vakfiyelerde meşrut (şartolunan) vazife ve ücret meyanında akçe tabirlerine Mesela, filana şu kadar akçe ve falana şu kadar akçe verile gibi şartlara tesadüf olunmaktadır. Bunların muâdilini aramaya kalkışmaktan ise bu vakıfların varidat ve eşya fiatları gözönüne alınarak vakfedenin maksat ve tayin ettiği nispete göre hak sahiplerine verilecek mikdarın tayini muvafık olur.

AKİB: Ayak ökçesi, ayak arkası demektir. Çoğulu a’kab’dır. Bu münasebetle bir şahsın çocukları ve onların çocuklarına, çocuklarının çocuklarına o kimsenin akibi denir. Örfen evlad ve erkek evladın evladı ve evlad-ı evladıdır. Bu tabir kızların evladına şâmil değildir. Meğer ki, kız evladın kocaları o kimsenin erkek evladında bulunsun. Hülâsa; bir kimsenin akibi nesep yönünden babaları ile o kimseye kadar olanlardır. Babaları o kimsenin evladından olmayanlar onun akibinden sayılmaz. Bu tabire bazı vakfiyelerde tesadüf olunur ve örfe göre, yazıldığı surette tefsir olunur. Mesela, bir kimse “vakfımın geliri (gallesi) A’ya ve sonra bunun akibine verilsin demiş olsa sağ oldukça galleye A ve vefatından sonra çocukları ve erkek çocuklarının çocukları müstehak olur.

AKREB: En yakın olan demektir. Vakıfta akreb, neseb cihetinden vâkıfa en yakın olan kimsedir. Vakfeden kimseye nesep ve rahim cihetinden en yakın kim ise şart ona masruf olur. Mesela, evlad, ana babadan daha yakındır. Binaenaleyh bir kimse vakfının gelirini veya gelirin muayyen bir kısmını akrebine ve bundan sonra fukaraya şart eylese, vakfeden kimsenin oğlu veya kızı ve bunlardan biri ile ana ve babası bulunsa gelir, oğlu veya kızına verilip ana ve babasına verilmez.En yakın olanlar müteaddit iseler menfaat müsavi olarak onlara ait olur. Biri vefat edince hissesi diğerine verilmeyip fukaraya verilir. Diğeri de vefat ederse sonraki yakınları birşey alamayıp fukaraya kalır. Meğer ki el-akreb fe’l-akreb gibi sonrakilere verileceğine dair bir sarahat olsun. Mesela, yukarıdaki misale göre vakfedenin bir oğlu, bir kızı ve babası olsa; şart gereği vakfın gelirini oğul ve kız alır. Oğul vefat etse buna ait yarım hisse fukaraya verilir. Kız da vefat edince gelir tamamen fukaraya kalır. Fakat vakfeden, vakfımın geliri “akaribime el-akreb fe’l-akreb sureti ile verilsin ve sonra fukaraya sarf olunsun” demiş olsa, evlad kalmayınca babaya verilir. Yukarıda da beyan olunduğu üzere “akreb”den maksat vâkıfa neseb ve rahim cihetinden en yakın olandır. İrs itibariyle yakın olan demek değildir. Binaenaleyh ondaki rüchan nazara alınmaz. Çünkü İrs dereceleri neseb ve rahim cihetiyle değil başka mülahazalarladır. Mesele şu umumi kaidelerle hülâsa edilebilir: 1-Vakfedene en yakın olan cüz’ü, sonra aslıdır. Binaenaleyh vâkıfın babası, oğlunun oğluna ana ve babası, oğlunun oğluna tercih olunur. 2- Vâkıfın aslı, cüz’ünün cüz’ünden mukaddemdir. Binaenaleyh vâkıfın oğlunun oğluna tercih olunur. 3-Vâkıfın cüz’ü, aslının cüz’ünden mukaddemdir. Binaenaleyh vâkıfın oğlunun oğlu veya kızının kızı kardeşlerinden yakındır. 4-Vâkıfa bir derece ile müntesib olan iki derece ile müntesib olandan yakındır. Binaenaleyh vâkıfın kızının kızı, oğlunun oğlunun oğlu üzerine tercih olunur.

AKREB-İ MEKNİYYAT: Akreb, yakın manasına olan karib’in; mekniyyat, kinaye manasını ifade eden mekniyyün’ün çoğuludur. Kinaye, manası sarih olmayan bir lafız ile bir şeyden tabir etmek mânasınadır. Birinci ve ikinci şahıs zamirlerinden başka üçüncü şahis zamirleri, manalarında sarih olmadığından bu cihetle bu kabil zamirlere kinaye denir ve hilâfına karine olmadıkça kinaye olan zamirler en yakın mercie sarfolunur. Mesela, bir vakfiyede vâkıf vakfının tevliyetini evvela kendisine, sonra oğlu M’ye ve sonra evladına şart etti, diye yazılı olsa, evladına sözündeki zamir M’ ye aittir ve maksadın M’ nin evladı olduğuna hükmolunur. Vâkıfa ait olarak kabul olunmaz. Fakat kinaye zamirlerden, uzak kasd olunduğuna karine bulunursa yakına irca olunmayıp karine delâleti vechile uzağa gönderilir. Mesela, yukardaki misalde vâkıf, vakfının tevliyetini evvelâ nefsine, sonra şahsına mahsus olmak üzere oğlu M’ ye ve sonra evladına şart etti denmiş olsa şahsına mahsus olmak tabiri karinesi ile evladına kelimesindeki zamirden M değil vâkıf kasdolunduğu anlaşılır ve ibare bu suretle tefsir edilmek iktiza eder.

AKRİBÂ: Karîb’in çoğuludur, karîb, vâkıfa yakın kimse demektir. Akribâ tabiri vâkıf zamanında mevcut olanlara şâmil olduğu gibi vâkıfdan sonra hâdis olanlara (sonradan doğanlara) da şâmil olur. Vâkıf, akribâ tabirini nefsine bağlamıyarak vakfımın gelirini akribaya şart ettim demiş olsa örfen kendi akribası anlaşılır. Akriba tabirinde çocuklar ve ana baba dahil değildir. Çünkü bunlara örfen akriba denmez; yani, akriba denince bunların gayri yakınlar kasdolunur. Bir içtihada göre akribaya vakıfda en yakın olan tercih olunur ve diğer bir içtihada göre uzak yakın bütün yakınlara şâmil olup müsavat üzere vakfın menfaatine hak sahibi olurlar. Mutlaka akribaya meşrut vakıflar müslim ve gayr-ı müslim, zengin, fakir, küçük, büyük, şartın mefhumunda dahil olur. Fakat akriba tabiri müslim veya gayr-i müslim fakir veya zengin vasıfları ile kayıtlanırsa kayıd veçhile amel olunur.

AKSA’L-EB: Çok uzak ve nihâyet manalarını ifade eden aksa, ve baba manasına olan eb kelimelerinden müteşekkil olan bu Arapça terkip, lûgat manası itibariyle en uzak baba demektir. İslâm devrini yani Hazret-i Peygamberin zaman-ı saadetlerini idrak etmiş olup, neslen kendisine ittisali taayyün etmiş bulunan kimsenin son babasıdır ki, bu şahsın müslim veya gayr-i müslim olması, aksa’l-eb tabirinde dahil olması için şart değildir.

ÂL: Evlad, iyâl ve etba’ demek olup, ehil, aslen mensup, mâlik, sahib, karı ve koca ve saire gibi manaları tazammun eder. Baba cihetinden İslamiyet devrini idrak eden son babaya mensup kimselerdir. Ondan evvelkiler âl mefhumuna dahil değildirler. Bazı tefsirlere göre son babanın müslim olması şarttır ve bazılarına göre müslim olması şart olmayıp yalnız İslâmı idrak etmesi kâfidir. Gerek âl ve gerek ehil tabirleri, vakıf zamanında mevcud veya vakıftan sonra gelirin zuhurundan itibaren altı aydan az bir müddet içinde dünyaya gelen kimselere denir ki bunlar vakıf da dahil olurlar.

ALÂMET: Nişan ve işaret demektir. Bir yere ne maksatla konmuşsa ona delâlet eder. Mesela, iki tarlanın sınırlarını göstermek için sıra ile konan taşlar birer alâmettir. Yollarda mesafe veya istikameti göstermek için konulan işaretler de birer alâmettir. Bunlardan başka her hangi bir şeyin yapıldığı yeri veya bunları satanları gösteren ve bir şeyi tayin için onun üzerine konulan mühür, damga, nişan birer alâmettir.

ÂLİM: Örfen bir veya müteaddit ilimlerde meleke ve ihtisas sahibi olan ve şer’an fıkıh, tefsir, hadis gibi faydalı ilimleri lâyıkı veçhile bilen zata denir.

A’MÂ : Gözleri görmeyen kimse demektir. Vakfiyelerde geçen a’ma tâbiri bu mânadadır. Çünkü halk arasında a’ma, görmek nimetinden mahrum olan şahsa denir. Az ve çok görebilenler vakfiyelerde geçen a’ma tâbirinin şümulünden hariç kalırlar.

AN’ANE: Arapça an-fülânin, an-fülânin … terkibinden kısaltılmış bir kelimedir. Ağızdan ağıza nakil ve rivâyet demektir. Çoğulunda an’aneler manasına “an’anât” denir. An’ane-i diniye, an’ane-i tarihiye gibi örfen ağızdan ağıza naklolunup iyi görülen veya aynı his ile riâyet ve tatbik olunagelen içtimaî, ahlâkî ve hukukî hususlardır. Âdetler de birer fiilî an’anedir ve o hükümdedir.

ANBAR MEMURU: Hastahane, imarethane gibi müesseselerde eşya, ilaç, yiyecek ve içecek gibi şeyleri muhafazaya memur olan kimsedir. Ekseri vakıflarda anbar memurlarına “emîn-i mahzen” denmiştir ki mahzen kendisine emanet edilen şahıs demektir. Bunlar mensup oldukları müessesenin emir ve talimatı dairesinde hareket ederler.

ARAZİ: Arz’ın çoğuludur. Arz, toprak, arazi topraklar manasınadır. Arazi-i mevkufe, arazi-i emîriyye, arazi-i metruke, arazi-i mevat gibi kısımlara ayrılır:

ARAZİ-İ MEVKÛFE: Rakabe veya mîrî geliri bir cihete vakıf ve tahsis olunan arazidir ki arazi-i mevkufe-i sahiha ve arazi-i mevkufe-i gayr-i sahiha olarak iki kısma ayrılır:

ARAZİ-İ MEVKÛFE-İ SAHİHA: Usulüne göre bir cihete vakfolunan arazidir. Bu kısım mevkufun mülk olması şarttır. Binaenaleyh bir mahal sahihan vakfolunabilmek için ya kasaba ve köy içinde mülk arsalardan veya arazi-i öşriyye ve haraciyeden veya mülk olmak üzere mevattan ihya edilmiş olmak veya hazineden satın alınmış bulunmak şarttır. Bu kabil arazi-i mevkufe-i sahiha da tamamen sahih vakıf hükümleri cereyan eder.

ARAZİ-İ MEVKÛFE-İ GAYR-İ SAHİHA: Veliyyü’l-emr (emir sahibi) veya anın izniyle diğerleri tarafından vakfolunan arazidir ki bu kabil arazinin vakfiyeti yalnız aşar ve vergiler gibi mîrî gelirlerinin veya tasarruf hakkının veya mîrî geliri ile birlikte tasarruf hakkının bir cihete tahsisinden ibarettir. Bu nevi arazide vakfiyet rakabeye taalluk etmeyip mîrî gelir ve tasarruf hakkına münhasır ve rakabe evvelki gibi hazineye ait olur. Ve bu vakfa tahsisat kabilinden vakıf ve irsadî vakıf da denir.
Mîrî gelir vakfolunduğunda o arazinin arazinin öşrü bedel-i öşrü ve ferağ harcı ve intikal gibi mîrî geliri ve tasarruf hakkı vakfolunduğunda yalnız tasarruf hakkı ve her ikisi vakfolunmuş ise ikisi dahi tahsis olunduğu cihete ait olur.
ARAZİ-İ MUHTEKERE: Hakikî veya hükmî şahıslar tarafından üzerine bina yapmak veya ağaç dikmek ve bunların durması mukabilinde her sene yer sahibine muayyen bir ücret vermek üzere kiralanan arazidir ki muayyen (belirli bir) ücreti ödedikçe bina ve ağaç sahibi, bina ve ağacını durdurmak hakkına mâlik olur. Mukataalı vakıf dahi arazi-i muhtekere çeşitlerindendir.
ARAZİ-İ ÖŞRİYE: Mülk araziden olup öşre tâbi, yani hasılatından onda bir hazine hissesi alınan ve üzerinde her türlü mülkiyet tasarrufları cereyan eden arazidir.
Bu kabil arazinin suret-i temellükü, feth edilen mahaldeki arazi İslâmiyeti kabul etmeleri suretiyle kendilerine terk olunmak veya fetihde o mahal halkı kaçmış olup buraya getirilen müslümanlara tahsis edilmiş yahut muhariplere tevzi olunmasıdır. Bu yerlere öşre tâbi olması münasebetiyle “arazi-i sadaka” da denir.
ASLAH:”salah” kökündendir. Çok salah ve hüsn-i ahlâk sahibi olan demektir. Bazı vakfiyelerde “sağ oldukça vakfıma mütevelli olacağım, ben öldükten sonra evlad ve evlad-ı evladımın aslah ve erşedi mütevelli olacaktır” tarzında şartlar vardır. Bu gibi vakıflarda vâkıfın vefatından sonra, evladından en hüsn-i hal sahibi ve vakıf işlerini iyi idareye iktidarı olan mütevelli olur.
ASL-I VAKF: Asl kök; vakf haps etmek, alıkoymak, hareketten fâriğ olmak manasınadır. Asl-ı vakf, vakf mefhumunun taalluk eylediği mallardır. İster bu mallar bidayeten vakfedilen mallar, ister sonradan vakfolunan mallara ilâve edilmiş mal bulunsun, bunlara asl-ı vakf denir. Vakfın geliri mukabilidir.
ÂSTÂNE: Farsca olan bu kelime, kapı eşiği demektir. Vaktile büyük tekkelere âstâne (âsitâne) denirdi. Bir zamanlar, hükümet merkezi olan İstanbul’a da, Âstâne-i saltanat, Âstâne-i Devleti Aliyye denilmiş ise de sonraları terk olunmuştur.
AŞŞÂB: “uşb” maddesinden mübalağa sîgasıdır. Tıb kanunu gereğince ilâç yapmak için şifalı ot ve çiçekleri toplayıp hastahanelerde hazırlayan demektir. Aşşablık, eczacılık sanatının bir dalı idi. Hastahane vakfiyyelerinde bu tabirlere çokca tesadüf olunur. Ez-cümle Yıldırım Beyazıt merhum 802 H. tarihinde Bursa’da tesis eylediği hastahanenin vakfiyyesinde bu tabirler mevcuttur.

AŞİRET: Vakıf mevzuunda nesil manasınadır. Nesil evlad demektir ki kullanımda yakın ve uzak evlad ve ahfada (torunlara) şamil ve oğul ve kız müsavidir. Mesela, vakfeden, vakfının vâridatını (gelirini) A’nın aşiretine ve bunlar münkariz olduktan sonra fukaraya şart etse hangi batında olursa olsun vâridat, evlad ve ahfad arasında müsavat üzere taksim olunur. Bunlardan biri vefat ederse vâridat mevcutlar arasında taksim olunur. Fakat vakfeden tertibe delâlet eder bir lafız zikretmiş ise, mesela, vâridatın taksiminde tertibe riâyet olunacak ön batın varken son batına bir şey verilmeyecek demiş olsa, bu şart mucibince hareket olunur. Tamamen nesil münkariz olunca vakfın vâridatı fukaraya dağıtılır.

AŞR-İ ŞERİF: Kur’an-ı Kerim’den on âyet demektir. Vakfiyelerde vakfedenler, muayyen zamanlarda aşr-i şerif okunmasını şart ederler ki on âyet mikdarı Kur’an okunsun demektir. Okunacak âyetler on âyetten az veya çok olabilir. Her surette vâkıfın şartı yerine getirilmiş olur. Ancak şarta göre on âyetten noksan olmamak muvafık olur.

ATÂ-ATİYYE: Atâ lugatta bahşiş ve ihsan demektir. Bahşiş olarak verilen şeye atiyye denir. Vâkıf, vakfının vâridatının hizmet mukabili olmayarak zengin kimselere veya fakirlere veya kısmen zengin ve kısmen fakirlere ve kısmen hayra şart edebilir. Hizmet mukabili olursa, ücret kabilinden olur.

AVÂİD: Âidenin çoğuludur. Âid, mal ve para gibi şeyler mânasına ise de, kullanış tarzına göre değişir. Avâid, vakıf dilinde ivâzsız gelen şeyler, bahşişler demektir.

AVÂİD-İ VAKIF: Avâid, âid’in çoğuludur. Vakfın gelirleri demektir.Vakfın gelirleri iki kısımdır. Birine âidat-ı şer’iyye diğerine âidat-ı örfiyye denir. Âidat-ı şer’iye, vakıf akar ve paranın geliridir. Akarın geliri, kirası, nakitin faizi gibi. Âidat-ı Örfiyye, vakıf namına verilmesi mutad olan atiyye ve saireden ibarettir. Mesela, vakıf araziyi ziraat edenler hasad zamanında ücretten maada hasılattan vakfa teberruan bir miktar biçim vermek örf icabından ise bu verilen miktar âidat-ı örfiyyeden sayılır ve vakfın ihtiyaç ve mesalihine sarf olunur. Mütevelliye verilen atiyye rüşvet addolunur ki yasaktır.

AYN-I MEVKÛF: Vakf olunan maldır. Bilâhare bu ayna ilâve olunan veya mübadele suretiyle elde edilen para veya mal, ayn-ı mevkuf hükmündendir. Vakfolunana malın aslı da bu manayadır.

AVÂRIZ: Ârızanın çoğulur. Ârıza, hastalık ve ölüm gibi arzu olunmayan hal ve âfettir. (Bkz. Avârız vakfı)

AVÂRIZ VAKFI: Bazı köy ve mahallelerde hayır sahipleri tarafından vâridatı fukaradan vefat edenlerin donatım ve kefenlenmesine ve hastalanıp iş, güç ve kazançtan âciz kalanların beslenme, geçimlerine ve tedavilerine ve köy ve mahallenin kuyu ve çeşmeleri ve su yolları tamire muhtaç oldukta bunların tamirine vakıflar yapılmıştır. Bu gibi vakıflara avarız vakfı denir. Bu vakıflar tamamen veya kısmen belediyeler tarafından yapılması lazımgelen insani ve beledi hizmet ve yardımları istihdaf etmektedir.Avarız vakıflarının varidatı mutlak surette ahalinin avarızına sarfolunur. Ahali ister müslim ister gayr-ı müslim.Bir san’at erbabının avarızına meşrut vakıflarda da hüküm böyledir, yani vakfın geliri vakfeden müslim olsa dahi hilâfına bir kayıt yoksa vakfedenin şartı mucibince o sanat erbabının müslim ve gayr-ı müslim avarız ve ihtiyaçlarına sarfolunur. Avarız vakıfları 1580 numaralı Belediye Kanunu ile belediyelere devrolunmuştur.

ÂYENDE: Farsça’dır, “âmeden” kökünden ism-i fâil olup gelen demektir. Vakıf misafirhane, zâviye ve tekyelerde geçen “âyende” ve “revende” tabirleri gelip giden misafirler manasını ifade eder. (Bkz. Revende)

ÂYET: Lugatta, alâmet, ibret alınacak olay demektir. Mahsusat ve makulatta kullanılır.İbret verici olan olaylara âyet denmesi nazm-ı celilinde olduğu gibi delâleti itibariyledir ve bir de Kur’an-ı Kerim’in sûrelerindeki her parçaya âyet denir.Vakfiyelerde görülen “âyet” ve çoğulu olan “âyât” kelimelerine, yerine ve karinelere göre anlam verilir.

 

A | B | C – Ç | D | E | F | G | H | I – İ | K | L | M | N | O – Ö | P | R | S – Ş | T | U – Ü | V | Y | Z 

Hakkında Abdullah Cinkara

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*

x

Check Also

Vakıf Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü

Vakıf Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü – E

EBEVEYN: ebin ikilidir. Tağlib suretiyle ana ve baba demektir. “Li-ebeveyn kardeş” denir ki ana ve ...